Aynı Sokağın Çocukları
Değişik bir duygu… Ne yazmak istiyorum, ne de es geçilsin. Yazmaya da utanıyorum, yazmazsam boğazımda düğüm olarak kalacak biliyorum. Mükemmel bir şekilde başlayıp sonunda hayatımın sonuna dek unutamayacağım kötü manzaralarından birine şahit olduğum, yüreğimde derin yaralar bırakan bir deplasman anısı var artık hayatımda. Trabzon’dan konvoylar halinde gidilip maçın başından sonuna kadar hiç susmadan omuz omuza bağırılıp düşman çatlatırcasına kardeşçe süren bir deplasman keyfinin sonunda bizi birbirimize düşüren saçma sebepleri yazmaya çekiniyorum. Aynı mahallenin komşuları, aynı sokağın çocukları. Nedir bizi birbirimizden ayıran yahu. Yetmedi mi ayrı pankartların arkası? Nedir peşinden sürüklendiğimiz renklerin arkasında bizi birbirimizden ayıran, siz biz yapan o önemli fark. Ya da o şey her ne ise ne kadar önemli olabilir ki boynuna bordo mavi atkı sarılı olan sana tıpatıp benzeyen kardeşinden.
Aynı sokağın yokuşunda koşup aynı bulutun yağmurunda ıslanmış, aynı denizin kenarında yürüyüp aynı derenin suyuyla büyümüş, aynı yaylanın, aynı köyün, aynı sokağın çocukları, sen, ben, BİZ. Ayrılmayın kardeşim, ayrılmayın artık. Yıllar sonra birbirinizin yüzüne bakıp tebessüm edeceğiniz saçma sebepler için ayrılmayın artık yahu. Tam bu kez oldu dediğimiz anda, şimdi tam sırası dediğimiz anda, temelini bu yıldan attığımız önemli bir sezonun arefesinde ayrılmamızı gerektiren tek sebep karşılıklı bordo mavi bağırmak olsun. Yapmayın bu kötülüğü kendinize. Sarılın artık ne olur! Biz kardeşiz.
Ve bir parantez. Buna da değinmeden geçemeyeceğim. Bundan dört yıl önceydi, Akçaabat Fatih Stadyumu’nda 1461 Trabzon’u izliyorduk. Pilot takımımıza destek olmak bir yana, özellikle bir çocuğu izlemek için her maça gittiğimi hatırlıyorum. Sol kanatta kendi alanına düşen rakip futbolcuyla tabiri caizse kedinin fare ile oynadığı gibi oynayıp alay edercesine çalımlar atıp bizi tribünde mest eden bir çocuk vardı sahada. İki dakikada iki frikik golü attığı bir Karşıyaka maçı vardı ki artık herkesin ortak fikriydi; “Bu çocuk Trabzonspor’un geleceği olacak”. Daha sonra bir pilot takım olarak katıldıkları Türkiye kupası grup maçlarında gösterdiği mükemmel performansla rüştünü ispatlayan bu genç yetenek artık hayalindeki Trabzonspor formasını çoktan hak etmişti, hakkını almalıydı, almıştı da... Hayallerini kurduğu ligde hayallerini kurduğu formayı giyiyordu artık. Buraya kadar her şey mükemmel, olağan ve olması gerektiği gibi. Peki ya sonra!
Kimden bahsettiğimi muhtemelen çoktan anladınız. Galatasaray maçında sonradan oyuna dahil olup oyuna hiç katkısı olmayan, Rizespor maçının 90’ıncı dakikasında oyuna girip uzatma dakikalarında maçın en kötü futbolcusu olmayı başarabilen, yorgun rakibe karşı fırtına gibi esmesi gereken sahada yorgun rakibini koşarak geçemeyen Yusuf Erdoğan… Biz mi sana gereğinden fazla anlamlar yükledik sen mi kendi yeteneklerinin hiç farkında olmadın be canım kardeşim? Biz mi seni gereksiz yere havaya soktuk yoksa sen mi bizi gereksiz beklentiye soktun kardeşim benim? Beklenti seviyem artık o derece düştü ki şu an anlatmaya çalıştığım şey sahanın her yerinde fırtına gibi koşan futbolcu performansı dahi değil, uzatmalarda topu ileride tutmak için oyuna alınan genç bir futbolcunun kendi köşe çizgisinde topu rakibe vermemesi gerektiği, kaleci ile karşı karşıya kalmış futbolcunun topu hangi tarafa doğru sürmesi gerektiği falan. Maç 0-0 bitmiş olsaydı muhtemelen yazının dili biraz daha serzenişli olacaktı. Bunu bir akıl verme değil, bir dost nasihati, bir taraftar eleştirisi, bir abi tavsiyesi olarak al lütfen. Bir özeleştiri yap sevgili kardeşim. Bir yerlerde yanlış yaptığın kesin. Takım arkadaşların bir aylık bir sürede çıtayı en dipten en yükseğe koymayı başarırken senin bulunduğun seviyenin tam tersi yönünde ilerliyor olman önce kendi yeteneklerine sonra bize ihanettir. Haydi bizi geçtim, ihanet etme kendine kardeşim.
Saygılar …